5 Mayıs 2011 Perşembe

Bir Nevi Batı Yakasının Hikayesi ( Living On The Edge )



Bir Nevi Batı Yakasının Hikayesi
  - west side story -

 
"Hikaye burda başlıyor . .

Hırsız polis oynayanların
                                            ki ;
Mevzu hakikatli,

Mevzu çetin,

Mevzu demir leblebi


    Yavrukurtların geçiş töreni  henüz dağılmıştı , kent meydanı yeni yeni   boşalmış temizlikçiler ellerinde süpürgeleriyle bir an evvel işe koyulma arzusunda kenarda bekliyor , günün hasılatını gözden geçiren seyyar  hotdog’cu  satışlar iyi gittiğinden olsa gerek keyifli keyifli sırıtıp kalemiyle arasıra başının en tepe  noktasını kaşıyıp , yıllar önce kabzımal arkadaşının yazıhanesinden yürüttüğü güneş enerjili hesap makinesini böyle kalabalık zamanlarda ortalık yere çıkarmayı uygun bulmadığından ara ara da parmak hesabına dalıp önündeki paralarla mizan tutturmaya uğraş veriyordu .
Hava alabildiğine gri ve kasvetliydi , sokaklar son birkaç aydır alışılagelmiş olduğu gibi bir-iki kedinin kavgasından başka bir manzaraya şahitlik etmiyordu .Az önceki  gösterişli kalabalık birkaç dakika içinde sanki sihirli bir el değmişçesine kayboluvermiş , merasim boyunca hemen herkesin yüzüne hakim olan ,ilk bakışta bakışta şıp diye fark edilebilecek   o huzursuzluk nedense sadece tek kişinin dikkatine mazhar olamamıştı
.Aniden elini ayağını kesmişti yaşam Sındırgı ‘dan …Şehrin her zamanki karnaval hali bir zamandır yerini mezarlık sessizliğine terketmişti . Kutlaması , düğünü , partisi birgün bile eksik olmayan bu şirin kasaba artık  düşman işgalinden kurtuluş gününü bile ‘’adet yerini bulsun’’  ya da ‘’ bir an evvel yapıp bitirelim de herkes işine gücüne dağılsın ‘’  havasında düzenlemeye başlamıştı.    Son şarap festivalinden beridir olanlara kimse akıl sır erdiremiyordu . Önce vali yardımcısı  aniden kayboluvermiş , haftalar süren aramalar sonunda , ortalıkta kendi cesedinden hiçbir iz olmamakla beraber evcil timsahı D’artagnan’ın cansız bedeni ve  eski gösterişli tayyörü  şehrin kuzeybatısındaki kanyonda parçalanmış halde bulunmuştu . Daha da ilginci adli tıp raporunda zavallı hayvanın ilkçağlardan kalma  bir Kıpti  ayininde kurban edilmiş olunabileceğine dair bulgular saptandığı yazılmıştı.

   Dışarıdan alabildiğine sıradan bir görüntüsü olmasına rağmen  kasabanın  tarihi oldukça  eskiydi . Binlerce yıl  önceki görkemli  uygarlıkların izlerini taşıyordu hala . Kemer köprü tüm şaşasıyla şehri ikiye bölüyor , şehrin doğu yakasında yaşayanlar atalarının bu ulvi  topraklarının kutsanmışlığıyla öğünüyorlardı . Son seçimde belediye encümeni seçimlerde sinkaf olduğunu iddia edince , ortalık bir anda karışmış , o sükunetli havasından sıyrılmıştı. Muhalif liderler , henüz iade etmedikleri seçim otobüslerine atlayıp gerisin geri  Merkez İl Teşkilatı ‘nın yolunu tutmuşlar , gerekirse bu işin Ankara’ya kadar götürüleceğini söylemişler ,şimdiye kadar kendisine hiç yüz vermemiş olan Esnaf ve Zanaatkarlar Odası’nın ve onun elli kadar destekçisini de yanlarına alarak  kapı kapı dolaşıp dert yanmaya başlamışlardı  . İş skandal halini almaya başlayınca Adalet Bakanlığı’nın gönderdiği iki müfettiş apar topar eyalete  gelmiş gerekli incelemeleri yerinde yapıp birkaç günlük ılıca istirahatinin ardından yanlarına bolca  pürsümler  havyarı  ,galonlarca  kekremsi şarap  ve birkaç top  ipek yağcıbedir  alarak geri dönmüşlerdi. Muhalafet bununla tatmin olmayıp  işin içine ulusal basın da karınca , pek çok eski hesap da bu vesileyle yeniden gündeme gelmişti. Kısacası ortalık bayağı bir hareketlenmişti.  Metro sistemi olmadığından ulaşım , asfaltlaması bir türlü bitmek bilmeyen anaşoseden yapılmaktaydı . Bu da köylüsü , kentlisi , ziyaretçisi hemen herkesi canından bezdiriyordu. Hele ki  yaz geldiğinde tozun toprağın içinde yarım saatlik mesafeyi yarım günde gitmek özellikle şehirde işi olan köylülere ecel çilesi çektiriyordu. Üstüne üstlük  bir de devlet dairesine gidilecekse bir ay önceden bir mutsuzluk çöküyordu üzerlerine , akşamdan yola çıkıp resmi dairenin önünde mesai saatini beklemek , sabaha kadar park bekçilerine derdini anlatmaya çalışmak  ve en fenası da sabah olunca hademelerin , odacıların ayaklarıyla dürtülmek suretiyle uyandırılmak özellikle de yaşını başını almış umre, hac görmüş insancıkları büsbütün beter hale koyuyordu. Bu denli sıkıntılara  katlanıyorlardı  lakin öte yandan   sayıları bir elin parmağını geçmeyecek kişinin sahip olduğu bir sır vardı ki  - sadece babadan oğla geçerdi – o da şuydu ;  Kurtuluş Savaşı ‘nda düşmanları sindirerek adını altın harflerle ulus tarihine yazdırmış bu kentin altında dünyanın en eski  metrosu yatıyordu ."


Can alıcı olan soru tam da buydu işte aslında !  ‘’ Böyle bir hikayeyi senaryolaştırıp gerçekten film yapmalı mıydım ? ‘’  Aslında boşuna kasıyordum kendimi projeyi gizli tutayım , aman ha internete düşmesin diye .Düşse de açıp okuyan çıkma ihtimalini bir tarttım kafamda ,hiçbir zaman bir İndiana Jones'un yeni filminin sinemaseverlerin yüreğini hoplatan meraktan kıvrandırıcı bir bekleyişini  yakalamam mümkün değildi bu özgün yapıtımla, , Evet bir kente vefa borcunu ödemek adına onulmaz hislerle kağıda dökülmüş şu satırların altında yatan anlam  benim duygularıma tercüman oluyordu. Lakin aynı  duygu yoğunluğunu insanlara aktarabilecek miydim  ? Kafamda tartamadığım tam olarak  buydu. Kimbilir ne zorluklar çıkaracaklardı önüme , yanlış anlamalar ardı ardına gelecekti. Küçük bir kamuoyu infiali uyandırabilme şansım bile vardı. Hadi bunu da geçtik , senin böyle bir projenin altından kalkabilme şansın teknik yeterlilik olarak var mı?  Var di mi?
 Hasktir ordan! Adama gülerler Lan ! Kim destek verir , kim elini taşın altına sokar böyle bir proje ve sen gibi bir meczup için , diye aslında kendi kendime yanıtı buldum. Ne param var ne de gerekli donanımım .

Sonra kafamdaki şüpheleri yenebilmek  için dönüp bir kez daha okudum. 
Güldüm acınacak halime , skindirik vizyonuma. Dedim '' Ya arkadaş , ne bitmez ne pis hırsmış seninkisi , Tacettin'in dedesi Tonguç gibi bi modelsin sen . Bitmek bilmedi ünlü olmak sevdan , dinmek bilmedi yedi sanatla uğraşın , her spor dalında paye yakalama arzun hakikaten ne pis bir adammışsın sen . İlkokulda basket takımına girdin , o da takımın koçu komşuluk hatrına aldı seni antremanlara  o pigme gibi boyunla , potaya erişmeyen şutlarınla . Herkes taktik çalışa dursun sense bir türlü başını kaldıramadın düz koşudan , ciğer açmadan .Potasız sahada turnike çalışmaktan zevk alır hale geldin ,utanıp basketi bırakacağına bir de reebok aldırdın babana o dar günlerde .   Koç demişken ;  apartmanda üst kat komşu oluyor kendisi , 7/24 taciz ettin adamı yetmedi ayakkabılarını sakladın , illallah dedirttin nefret getirttin kendinden . Adamcağız  ilçede beden eğitimi kadrosu olmadığı için Matematik derslerine falan giriyordu  , ilkokulların öğretmenlerinin  hasta yahut izinli  olduğu , gelemediği durumlarda . Depo tayininden muzdarip .Bir Carver'ın hocası istidatında değil , ama  iyi adamdı , güzel insandı  allah defalarca razı olsun. Ayıp olmasın diye sadece 1 maçta 1 dakika oynattıydı beni. Galebesi belli maçın son 58 saniyesinde  oyuna girmiş bir defa da topla temas etmişliğim varsa o adamın sayesindeydi . Neden forma şansı yakaladığımı da çok sonraları anlayabildim.Malum bizim orası küçük yer ,sonra laf olur komşunun  oğlunu oynatmamış kabilinden .Zaten  Bölge İlkokullar arası turnuvasının üç maçlık açılış gruplarında , 3 maçın akabinde  3ncü mağlubiyeti de cebimize koyarak   elenmiştik.   ( Antiparantez bu   3. 'yü   3ncü  diye yazmak huyu da son zamanlarda peydahlandı ; şöyle ki  askeriyede  mecburidir , bu şekil kayıt-kuyidat işlerinde IQ aranmadığı için rakamdan sonra ‘’nokta’’  koymak yerine –nci , -ncü takısı koymazsanız evrak geçersizdir.  Artık bize orada ne yedirdilerse diyorum bir yerlerimize sirayet ettirmişler , mantık dışı olanı yapmak zorunda bırakılış diyoruz biz buna kısaca Urdu dilinde , bir devlet sırrı herhal çernobilin fındıkları misali ; o da bambaşka bir maceraydı mesela  pek bir sevindirik olduyduk 8 ila 9 yaşlarında , hergün son derste hademe sınıfa gelir ,stadyum çekirdekçisi gibi karton koliden plastik bir dondurma bardağıyla sıraların üzerinde  açık olan mendillerin içine önce istikhakımız kadar kuru üzüm bırakır , akabinde de Fiskobirlik'in poşetlenmiş ,normalde o günün asgari harçlık şartlarında mümkünü yok  alamayacağımız ederdeki bir poşet fındığını . Güzel radyasyon almıştık o sene,  1988  olsa gerek . Ee bedavaya Pavlov’un köpeği olunmuyor)
           Dandik hayatın da böylece start almış oldu , gittin yan flüt aldın çalmayı beceremedin füyyt füyt kafa sktin haftalarca . Çürüdü gitti flüt somyanın altında , oysa ki kimbilir  ne allegrolar üflenecekti bedenine , hangi çapraşık duygulara hangi metaforlara yarenlik edecek  ne katarsisler yaratacaktı . N’oldu , senin gibi bir yavşağın elinde önce karıya kıza şov niteliğinde birkaç kez kutusundan çıkarıldı , ‘’ süt içtim dilim yandı’’ dan öteye gitmeyen kısacık ama çile dolu ömründe de iyice mahsunlaştı yitip gitti flüt. Sanata küstürdün lan flütü şerefsiz !
Ama seni keser mi , zinhar !  Şansını bu kez edebiyatta denedin ondan da bi bok çıkmadı.  Yazdığın yazıları eşin -dostun bile beğenmedi , kaldı ki efkar-ı umumiyenin huzuruna çıkaracaksın behey arlanmaz  . Almanya'ya gittin dil kursundan sertifika alamadan geri geldin , adamlar bunca yıllık Goethe Universtaet bünyesinde senin kadar sorumluluktan uzak , yontulmamış kelimenin tam anlamıyla süzme bir dingil göremezlerdi , görmediler de zaten. Şoka soktun koskoca profesörleri veri tabanının sonsuza yaklaşan boşluğuyla . Hele ki son gün yapılan milletlerarası futbol müsabakasında yaşını başını almış İngiliz hocaya attığın tekme aslında senin yaşamının , varlığının tek kelimelik özetiydi. Fırsat çıktı  Mekke'ye gittin hacı olmadan geri döndün . Nasıl bir yaşam , hangi türden bir açmazdı seninkisi !

    Evet neyin peşindeydim ? Adlandıramadım . . .


. Sabah sabah nasıl bir  ruh haliydi bu . Son zamanlarda pek fazla kimseyle muhatap olmuyordum .  Kuvvetle muhtemel ondandır , dedim. Sonra radyoyu açtım istek şarkı varmış , sikmiym radyosunu dedim geri kapattım.


   Lafı bağlayamadım.

19 Mart 2011 Cumartesi


Bu Ne Biçim Hikaye Böyle


Emrah Serbes , Her Temas İz Bırakır’ı kaleme alırken acaba eserinin gün gelipte Türk televizyon tarihin en büyük fenomenlerinden biri olacağını düşünmüş müdür ? Bununla da kalmayıp aynı adlı yapıtın senaryosunu da kendisinin yazma şansı yakalayacağını bir kez olsun aklından geçirmiş midir ?  Düşünelim bakalım kaç tane  klasik  abuk –subuk  senaristlerin , kıytırik oyunculukların kurbanı oldu , paragöz çapsız yapımcının elinde pespaye oldu gitti. 

Behzat Ç. ise az çok sinemadan anlayan biri olarak bana göre kendi kulvarında gelmiş geçmiş  en baba yapımdır. Aslında kulvar kelimesi yanlış oldu biraz çünkü Behzat Ç. polisiye olmasına karşın hiçbir janra tam olarak oturmuyor. Nevi şahsına münhasır bir önerme , kendisi apayrı bir kulvar yaratıyor.  Klişeleri ters köşeye yatırıyor. Daha önce yapılmış hiçbir işe benzemiyor. Başından beri kendisini hiç gözümüzün içine sokmuyor. Onu arayan buluyor , hem de alay edercesine ilim Çin’de değil de kumandanın ucunda. Bizim gibi izleme şansı olmayanların da bir bitturk uzağında , seeder’ı da bol ver elini HD görsel.

Öyle bir rakı içiliyor ki ,  insanın balık olası geliyor. Naçar şu ara Türkiye’ye gidip gelecek kimse yok . Nasıl bir ritüelse artık insan izlemelere doyamıyor. Öylesine doğal bir oyunculuk ki insanın o masada oturup Harun ‘la dertleşesi , Hayalet’le makara kukara yapası , Akbaba’nın telsizini kurcalayası , Behzat amirime sakilik edesi geliyor.

 ‘’ Hacı içek mi bugün ‘’

Bu kadar sahicilik , bu kadar hayatın içinden gelen bir film , dizi izlediniz mi daha önce. Neymiş Arka Sokaklarmış , pöh götümün kenarı. Adamla alay eder gibi. Sanki daha önce hiç polis görmedik. Hiç emniyete gitmedik. Ama Behzat Ç. veya ekipten herhangi birileri birgün gelip kapınızı çalsa yahut yolda kimlik sorsa çıkarır gösterirsiniz , hakikaten polis mi yahu  bu adamlar diye sormazsınız bile. Özellikle son dönemlerde kimsenin çıkıpta söyleyemediklerini söylüyor dizi . Hrant Dink cinayetinden ,HES’lere , polisin sert müdahalelerine kadar dokunmadık konu bırakmıyor.  Örneğin HES’lerle ilgili  Harun’un ‘’ HES ne abi , haa Hak Emek Sol ‘’  çözümüne Behzat Ç. ‘nin verdiği muazzam ayara ne demeli ‘’ Oğlum gazete oku lan biraz ! ‘’ .


Ankara , bildiğimiz Ankara . Yahut duyduğumuz Ankara. Başkentimiz elbette. Ankara demek ne demek ? .Nizam iltizam demek. Sistem demek . Ankara denince zihinde canlanan bir tekdüzelik var her zaman. Evden işe , işten eve. Memurlar , öğrenciler , bürokratlar.  Gri bir ton . Huzur ve güven ortamı ayrıca . Yıllarca bunu böyle bildiniz siz , mesut bahtiyardan şarkılar dinlediniz. Ama o da ne ? Burası o duyduğumuz Ankaramız değil mi yoksa ! Kendi namı hesabıma Ankara şehir olarak  , en az bildiğim büyük şehirlerden. Uzun yıllar Antalya’da yaşadım , Samsun’u ve Balıkesir ‘i kafadan sokak sokak bana sorabilirsiniz ; nerde ne yenir , hangi çeşmeden su içilir  ,  İstanbul’u ve İzmir ‘i iyi bilirim ancak Ankara’yla ilişkimiz hep sınırlı olmuştur. Hepi topu 3-5 defa gitmişliğim var.   Onun harici  tevatür , ordan buradan ne işittiysek. Bir de Yılmaz Güney’in  defalarca okuduğum ‘’Soba , Cam ve 2 Ekmek  İstiyoruz ‘’ kitabı  ki Çinçinbağları’nı , Bent Deresi’ni anlatır sadece , bu yüzden biraz ekstrem kalır.
Bu Behzat Ç. Ankarası  başka türlü bir Ankara . Hadisesiz dakika geçmiyor. Sürekli bir olaylar zinciri , her daim binbir türlü metafor. Tam manasıyla bir suç şehri . İnanılmaz referanslar var bir yere , acep nereye? . Zenginiyle , fakiriyle , kirli siyasi oyunlarıyla , kanun adamlarıyla bir nevi Gotham City.  Dizideki herkeste bir parça  manyaklık var , bazısı da bildiğin deli. Baş kahramanımıza bakalım mesela. Mutluluğu çok uzaklarda aramayalım. Allahaşkına bana burada bir kişi Behzat’ın normal bir adam olduğunu iddia edebilir mi ? Her şeyiyle , her yaptığıyla , oturup kalkmasıyla. Peki Behzat amirimin güzel bir insan olmadığı savını ortaya atabilecek bir deliyürek var mı ? Ben öyle bir babayiğit göremiyorum. Ekibe bakalım bir de. Harun mu normal ? Eda’nın peşinde Mecnun olmuş , pavyonlarda kendini keseletmiş , hiçbir sorguya krakersiz , topkeksiz giremeyen kendi gerçekliğinden başkasını tanımayan Harun Sinanoğlu mu ? Şimdi söyleyin dostlarım Harun kızınızı istese verir  misiniz , vermez misiniz ? Dürüst olun lütfen . Bana sorarsanız Harun’dan daha iyisini mi bulacağım derim . Bakın işte güzel insanlara , ama acele yok güzellik yarışması daha yeni başladı .  Ya Hayalet , aşık olduğu kadın için yapmayacağı manyaklık var mı Hayalet’in !  Hayalet deyince aklıma hemen Akbabayla girdikleri şu diyalog geliyor. 

Akbaba : Sabri mi ? Ben senin adını Sami biliyordum.
Hayalet : Benimki gene iyi , İsmet ne lan !!

Akbaba demişken , dünyanın en güzel insanı Akbaba’dır bence dostlar , bu yarışmanın da galibidir. O ne kardeşim öyle, o nasıl adam. Hayatında hiç kimsesi yok , hayatında hiçbir olay yok , hiçbir zevki -merakı ne bileyim hobisi yok , varsa yoksa işi. Akbaba’yı öldürmek istiyorsan telsizini elinden al yeter. Eşek şakası yapacaksan telsizinin pillerini sök. Akbaba’nın dostu , namusu , helali o telsiz. Her şeyi. Gece gündüz telsizin başında cinayet anonsu bekler . Namını nerden almış sizce ? Şurdan : Nerde bir ölü var , tepesine ilk dikilen Akbaba. Olay Yeri İnceleme ondan sonra intikal eder , Cinayet Büro ve Savcı ondan sonra intikal eder , maktülün yakınları ondan sonra intikal eder. Sloganımız şu , Önce Akbaba Vardı ! Orta Dünya’nın yaratılışından bile önce . Valar’ın arasında ruh gibi dolanır dururdu. Netice ül itibar ; Ekip normal değil ! Kim var başka ? Şule . . İsmi bile insanı gülümsetmeye yetiyor , bildiğin raporlu deli şeker kız Candy. Şevket , karikatür gibi bir adam , Ege Aydan’ın oyunculuğuna sağlık .  Bahar ,  baksan hanım hanımcık , kültürlü donanımlı hükümet gibi hatun fakat nerde protesto  var , nümayiş var orda Bahar , aynı türküdeki gibi ,

‘’Yarime söyledim düştü yollara
   Yazıldı künyeler karakollara’’


Sonuçta normal adam hakikaten yok. Hansel & Gretel’ e de buradan ayrıca selam ve sevgilerimizi iletelim. Şimdi , bu şehre bu delilere bir de düşman lazım.  Zekasıyla , gücüyle , potansiyeliyle tam bir katarsis olgusu oluşturacak bir zırdeli !
Bu noktada Emrah Serbes’i bir kez daha avuçlarımız patlayana kadar alkışlamak geliyor içimizden ve nitekim alkışlıyoruz da . Öyle bir isim koyuyor ki karşılarına artık bu saatten sonra tadından yenmiyor bu nemesis. Kendi hayranlarını oluşturuyor . Sevenleri var , bu denli başarıyı yakalıyor Ercüment Çözer . Konumuz da tam bu zaten Ercüment Çözer . Ancak sıra geldi kendisine.  Zalimin zulmü varsa , garibin allahı var demişler ,  buna binaen biz de Nolan’ın Heith Ledger’i varsa  Serbes-Akar’ın Nejat İşler’i var diyoruz. Ne demek ki bu şimdi ?

Şu demek , Türk TV ve Sinema tarihinde sadece psikopat olduğu için öyle davranan , gücün-paranın peşinde koşmayan bir karakter daha önce yazılmamış ve oynanmamıştı.  Sırf bu dahiyane fikir için bile Behzat Ç. başlı başına bir önermedir. Her nasıl ki Christopher Nolan’ın Joker ‘i tasarladığı mükemmel organize soygunda kendi kurduğu ekibi tek tek yok ediyor , Gotham City’deki tüm mafyatik oluşumu kendine bağlıyor , türlü manyaklığı – defaatle ölümü göze alıyor ve hepsinin sonunda kaldırdığı milyon dolarları benzin döküp yakıyorsa  ,  takıntılı olduğu konular varsa – örneğin yüzünün nasıl bu hale geldiğine dair sürekli farklı hikayeler anlatması yahut mafya liderleri toplantısında ‘’sen deli misin yahu ‘’  diye sorulduğunda birden ciddileşerek ‘’hayır ben deli değilim ‘’ demesi gibi - ,  aynı şekilde Ercüment Çözer de bildiğin psikopat. Adam manyak. Deli manyağı . Tamam derin bağlantıları var , her işin içinde , unvan sahibi , ileri derecede karizmatik , çok çok zengin , fena yetenekli bir o kadar da acımasız . İlk bölümlerde sandık ki , mafya-siyaset örgütlenmesinin kilit bir ismi derin bir adam. Ancak sonradan gördük ki Ercüment bildiğin zırdeli. Yoksa  ‘’saygı’’ konusunda  bu kadar  takıntılı olur mu bir insan , para çaldı diye fahişeyi kurşunlar mı kendi adamlarını tek tek harcar mı , hadi hepsini geç böyle bir şey var mı abi , benzin döküp adam yakılır mı  yaa ! Sen hem kanun kaçağı ol , peşinde seni bir kaşık suda boğacak adamlar olsun , kalk sen üniversitede derse gir , kafana göre oraya buraya gir-çık. Bir de istese bizim ekibi toptan yok eder. Resmen alay ediyor bizimkilerle. Rus ruletinde herkesi sırayla yokladı. Bu esnada ne yapıyor bizim civanmertler kurucuda öğle yemeğindeler , yok efendim 24 saat açık Tekel bayiden mazot takviyesi yapıyorlar v.s . Şimdi Ercüment isteseydi bunların hepsini roketatarla havaya uçurur muydu ? Evet , istese öttürürdü bizimkileri ancak adam bunun peşinde değil , paranın makam-mevkinin peşinde hiç değil. Neci peki bu adam ?Aga bu adam bildiğin arıza işte.  Sırf bu karakteri oluşturduğun için bile sen çok yaşa Behzat Ç. .  Biz senin gibi bir yapım görmedik ve ister inan ister inanma ben hayatımda çok sevdiğim halaoğlumu bile bu kadar övmedim.

                             DEVAM EDECEK   mi ?

                               İllaki   . .

16 Mart 2011 Çarşamba

Suyun Altında Kalanlar - Film İncelemeleri 1


''Sen sofranı kur yemeyen toktur '' sözünün doğruluğunu tartışmak öte dursun ; tok adamı bile acıktıran görüntüler vardır ya hayatta işte onlardan birinin incelemesini yapacağız bugün. Belki de bulunduğumuz lokasyon nedeniyle böyle bir konuyu öne alma ihtiyacı hissettim . Kimi filmlerin kimi sahneleri öyle kazınır ki zihnimize , zamanla filmi unutsak bile o sahneler asla aklımızdan çıkmaz. Birilerinin yönlendirmesiyle , sanat çevrelerinin - entellektüellerin zorlamasıyla sevilmeye çalışılan sahnelerden bahsetmiyorum . Gördüğümüz anda vurulduğumuz kareler desek belki daha tanımlayıcı olur. İşte şimdi karşımızda müthiş bir Natuk Baytan klasiği Korkusuz Korkak unutulmaz öğle yemeği sahnesi .

Filmi izlemeyen yoktur herhalde . Mülayim , özel bir şirkette karın tokluğuna çalışan küçük rütbeli bir memurdur , müstahdemliği ve evrak işlerini bir arada götürtmeye çalışır. Uzun zamandır kirasını ödeyememektedir ve ev sahibesi tarafından topun ağzına konmuştur. Bu da yetmezmiş gibi işyerindeki amirleri tarafından sürekli hor görülmekte ve sudan bahanelerle maaşından kesintiler yapılmaktadır. Sürekli aynı kıyafetleri giyer. Garibanın önde gidenidir. Ama hep bir umutlu yanı vardır. Hayattan hep bir beklentisi vardır. ''Mesela yani '' lerle kendini avutur durur. İşte şimdi Mülayim'in , Bombacı Mülayim namını almadan evvelki yaşadığı alelade birgünden bir kesinti sunuyoruz. Bir öğle yemeği. Filmde açıkça verilmese de Mülayim parasızlıktan öğle yemeğini evden getirmektedir. Menüsü çok acıklıdır : kaynamış patates ! Ancak gururundan bunu açıkça söylememekte ve hastalıktan ötürü mecburen bu rejimi yapmak zorunda olduğu havası yaratmaktadır. 5 kişilik memur kadrosunun dördü yemeği dışarıdan sipariş etmişlerdir fonda Osman İşmen Orkestrası'nın Şehnaz Longası eşliğinde kebaplar gelir. Tipler abartılı , oyunculuk abartılıdır ; karikatür gibi tiplemelerin hepsi insanda tiksinti uyandıracak kadar görgüsüz , vurdumduymaz , insanlıktan nasibini almamışlardır. Hiç kimse Mülayim'e koparıp da bir parça vermez. Mülayim yutkunarak tepside gelenleri izlemeye başlar , ve perde :











10 Mart 2011 Perşembe




80lerde çocuk olanların çok özel kahramanları vardı hayatta bilmeden meftunu oldukları . O vakitler hem çok zordu hem de çok kolay idol sahibi olmak. Ama Voltron’un yeri hepimizin gönlünde bir başkaydı.

Pazar sabahlarını serüvenleriyle dolduran , bizleri bambaşka galaksilere paralel evrenlere taşıyan beş tane civanyiğitin yaptıkları ettikleri bizleri heyecanlara garkeder , yerimize hop oturtur hop kaldırırdı. Her episodu yaklaşık 20-25 dakika sürerdi.

1988 senesiydi yanılmıyorsam , Kurban Bayramı cihetiyle beyazcam pek bir şendi. Bayramın üçüncü günü olsa gerek televizyonda öğleden sonra yepyeni bir macerasıyla Voltron başladı . Kurulduk tabii haliyle karşısına hemen . Ne hikmetse bitmek bilmiyordu bu bölüm belli ki film versiyonuydu . Hikayenin Ortalarına doğru öğrendik ki Voltron eşsiz değilmiş. Başka bir tane Voltron varmış . Ha***r ! olduk TV ‘nin karşısında , ve az sonra onu da görecektik. Bu kadarına kalp dayanmazdı . Ve az sonra tüm görkemiyle , tüm şaşasıyla ikinci Voltron belirdi karşımıza. Bazı modifikasyonlarla beraber aynı boyda aynı huyda yiğit mi yiğit vurdu mu oturtan ,ışın kılıcı olan yeni Arabalı Voltron ! Artık ailemizden sayılan aslanlı Voltron’un yanına bir de şimdi nurtopu gibi bir Voltronumuz daha olmuştu. Beraberce kötüleri pusturdular , imansızlara geçit vermediler , haram yiyenlerin lokmalarını boğazlarına düğümlediler. Bizi canevimizden vuransa bambaşka bir detaydı aslında ; evrenin herhangi bir noktasında bizden bir tane daha var mı ? Görünüşü , düşünüşü , yaşayışı farklı olsa herkesin bir nemesisi mevcut mudur ?

Bütün bunları şimdi burada uzun uzadıya anlatmanın , harcı alem girizgahların pek de alemi olmadığını varsayarak hikayemize geçelim , icraatimize bakalım. İki yiğit çıktı meydane , ikisi de birbirinden merdane.