5 Mayıs 2011 Perşembe

Bir Nevi Batı Yakasının Hikayesi ( Living On The Edge )



Bir Nevi Batı Yakasının Hikayesi
  - west side story -

 
"Hikaye burda başlıyor . .

Hırsız polis oynayanların
                                            ki ;
Mevzu hakikatli,

Mevzu çetin,

Mevzu demir leblebi


    Yavrukurtların geçiş töreni  henüz dağılmıştı , kent meydanı yeni yeni   boşalmış temizlikçiler ellerinde süpürgeleriyle bir an evvel işe koyulma arzusunda kenarda bekliyor , günün hasılatını gözden geçiren seyyar  hotdog’cu  satışlar iyi gittiğinden olsa gerek keyifli keyifli sırıtıp kalemiyle arasıra başının en tepe  noktasını kaşıyıp , yıllar önce kabzımal arkadaşının yazıhanesinden yürüttüğü güneş enerjili hesap makinesini böyle kalabalık zamanlarda ortalık yere çıkarmayı uygun bulmadığından ara ara da parmak hesabına dalıp önündeki paralarla mizan tutturmaya uğraş veriyordu .
Hava alabildiğine gri ve kasvetliydi , sokaklar son birkaç aydır alışılagelmiş olduğu gibi bir-iki kedinin kavgasından başka bir manzaraya şahitlik etmiyordu .Az önceki  gösterişli kalabalık birkaç dakika içinde sanki sihirli bir el değmişçesine kayboluvermiş , merasim boyunca hemen herkesin yüzüne hakim olan ,ilk bakışta bakışta şıp diye fark edilebilecek   o huzursuzluk nedense sadece tek kişinin dikkatine mazhar olamamıştı
.Aniden elini ayağını kesmişti yaşam Sındırgı ‘dan …Şehrin her zamanki karnaval hali bir zamandır yerini mezarlık sessizliğine terketmişti . Kutlaması , düğünü , partisi birgün bile eksik olmayan bu şirin kasaba artık  düşman işgalinden kurtuluş gününü bile ‘’adet yerini bulsun’’  ya da ‘’ bir an evvel yapıp bitirelim de herkes işine gücüne dağılsın ‘’  havasında düzenlemeye başlamıştı.    Son şarap festivalinden beridir olanlara kimse akıl sır erdiremiyordu . Önce vali yardımcısı  aniden kayboluvermiş , haftalar süren aramalar sonunda , ortalıkta kendi cesedinden hiçbir iz olmamakla beraber evcil timsahı D’artagnan’ın cansız bedeni ve  eski gösterişli tayyörü  şehrin kuzeybatısındaki kanyonda parçalanmış halde bulunmuştu . Daha da ilginci adli tıp raporunda zavallı hayvanın ilkçağlardan kalma  bir Kıpti  ayininde kurban edilmiş olunabileceğine dair bulgular saptandığı yazılmıştı.

   Dışarıdan alabildiğine sıradan bir görüntüsü olmasına rağmen  kasabanın  tarihi oldukça  eskiydi . Binlerce yıl  önceki görkemli  uygarlıkların izlerini taşıyordu hala . Kemer köprü tüm şaşasıyla şehri ikiye bölüyor , şehrin doğu yakasında yaşayanlar atalarının bu ulvi  topraklarının kutsanmışlığıyla öğünüyorlardı . Son seçimde belediye encümeni seçimlerde sinkaf olduğunu iddia edince , ortalık bir anda karışmış , o sükunetli havasından sıyrılmıştı. Muhalif liderler , henüz iade etmedikleri seçim otobüslerine atlayıp gerisin geri  Merkez İl Teşkilatı ‘nın yolunu tutmuşlar , gerekirse bu işin Ankara’ya kadar götürüleceğini söylemişler ,şimdiye kadar kendisine hiç yüz vermemiş olan Esnaf ve Zanaatkarlar Odası’nın ve onun elli kadar destekçisini de yanlarına alarak  kapı kapı dolaşıp dert yanmaya başlamışlardı  . İş skandal halini almaya başlayınca Adalet Bakanlığı’nın gönderdiği iki müfettiş apar topar eyalete  gelmiş gerekli incelemeleri yerinde yapıp birkaç günlük ılıca istirahatinin ardından yanlarına bolca  pürsümler  havyarı  ,galonlarca  kekremsi şarap  ve birkaç top  ipek yağcıbedir  alarak geri dönmüşlerdi. Muhalafet bununla tatmin olmayıp  işin içine ulusal basın da karınca , pek çok eski hesap da bu vesileyle yeniden gündeme gelmişti. Kısacası ortalık bayağı bir hareketlenmişti.  Metro sistemi olmadığından ulaşım , asfaltlaması bir türlü bitmek bilmeyen anaşoseden yapılmaktaydı . Bu da köylüsü , kentlisi , ziyaretçisi hemen herkesi canından bezdiriyordu. Hele ki  yaz geldiğinde tozun toprağın içinde yarım saatlik mesafeyi yarım günde gitmek özellikle şehirde işi olan köylülere ecel çilesi çektiriyordu. Üstüne üstlük  bir de devlet dairesine gidilecekse bir ay önceden bir mutsuzluk çöküyordu üzerlerine , akşamdan yola çıkıp resmi dairenin önünde mesai saatini beklemek , sabaha kadar park bekçilerine derdini anlatmaya çalışmak  ve en fenası da sabah olunca hademelerin , odacıların ayaklarıyla dürtülmek suretiyle uyandırılmak özellikle de yaşını başını almış umre, hac görmüş insancıkları büsbütün beter hale koyuyordu. Bu denli sıkıntılara  katlanıyorlardı  lakin öte yandan   sayıları bir elin parmağını geçmeyecek kişinin sahip olduğu bir sır vardı ki  - sadece babadan oğla geçerdi – o da şuydu ;  Kurtuluş Savaşı ‘nda düşmanları sindirerek adını altın harflerle ulus tarihine yazdırmış bu kentin altında dünyanın en eski  metrosu yatıyordu ."


Can alıcı olan soru tam da buydu işte aslında !  ‘’ Böyle bir hikayeyi senaryolaştırıp gerçekten film yapmalı mıydım ? ‘’  Aslında boşuna kasıyordum kendimi projeyi gizli tutayım , aman ha internete düşmesin diye .Düşse de açıp okuyan çıkma ihtimalini bir tarttım kafamda ,hiçbir zaman bir İndiana Jones'un yeni filminin sinemaseverlerin yüreğini hoplatan meraktan kıvrandırıcı bir bekleyişini  yakalamam mümkün değildi bu özgün yapıtımla, , Evet bir kente vefa borcunu ödemek adına onulmaz hislerle kağıda dökülmüş şu satırların altında yatan anlam  benim duygularıma tercüman oluyordu. Lakin aynı  duygu yoğunluğunu insanlara aktarabilecek miydim  ? Kafamda tartamadığım tam olarak  buydu. Kimbilir ne zorluklar çıkaracaklardı önüme , yanlış anlamalar ardı ardına gelecekti. Küçük bir kamuoyu infiali uyandırabilme şansım bile vardı. Hadi bunu da geçtik , senin böyle bir projenin altından kalkabilme şansın teknik yeterlilik olarak var mı?  Var di mi?
 Hasktir ordan! Adama gülerler Lan ! Kim destek verir , kim elini taşın altına sokar böyle bir proje ve sen gibi bir meczup için , diye aslında kendi kendime yanıtı buldum. Ne param var ne de gerekli donanımım .

Sonra kafamdaki şüpheleri yenebilmek  için dönüp bir kez daha okudum. 
Güldüm acınacak halime , skindirik vizyonuma. Dedim '' Ya arkadaş , ne bitmez ne pis hırsmış seninkisi , Tacettin'in dedesi Tonguç gibi bi modelsin sen . Bitmek bilmedi ünlü olmak sevdan , dinmek bilmedi yedi sanatla uğraşın , her spor dalında paye yakalama arzun hakikaten ne pis bir adammışsın sen . İlkokulda basket takımına girdin , o da takımın koçu komşuluk hatrına aldı seni antremanlara  o pigme gibi boyunla , potaya erişmeyen şutlarınla . Herkes taktik çalışa dursun sense bir türlü başını kaldıramadın düz koşudan , ciğer açmadan .Potasız sahada turnike çalışmaktan zevk alır hale geldin ,utanıp basketi bırakacağına bir de reebok aldırdın babana o dar günlerde .   Koç demişken ;  apartmanda üst kat komşu oluyor kendisi , 7/24 taciz ettin adamı yetmedi ayakkabılarını sakladın , illallah dedirttin nefret getirttin kendinden . Adamcağız  ilçede beden eğitimi kadrosu olmadığı için Matematik derslerine falan giriyordu  , ilkokulların öğretmenlerinin  hasta yahut izinli  olduğu , gelemediği durumlarda . Depo tayininden muzdarip .Bir Carver'ın hocası istidatında değil , ama  iyi adamdı , güzel insandı  allah defalarca razı olsun. Ayıp olmasın diye sadece 1 maçta 1 dakika oynattıydı beni. Galebesi belli maçın son 58 saniyesinde  oyuna girmiş bir defa da topla temas etmişliğim varsa o adamın sayesindeydi . Neden forma şansı yakaladığımı da çok sonraları anlayabildim.Malum bizim orası küçük yer ,sonra laf olur komşunun  oğlunu oynatmamış kabilinden .Zaten  Bölge İlkokullar arası turnuvasının üç maçlık açılış gruplarında , 3 maçın akabinde  3ncü mağlubiyeti de cebimize koyarak   elenmiştik.   ( Antiparantez bu   3. 'yü   3ncü  diye yazmak huyu da son zamanlarda peydahlandı ; şöyle ki  askeriyede  mecburidir , bu şekil kayıt-kuyidat işlerinde IQ aranmadığı için rakamdan sonra ‘’nokta’’  koymak yerine –nci , -ncü takısı koymazsanız evrak geçersizdir.  Artık bize orada ne yedirdilerse diyorum bir yerlerimize sirayet ettirmişler , mantık dışı olanı yapmak zorunda bırakılış diyoruz biz buna kısaca Urdu dilinde , bir devlet sırrı herhal çernobilin fındıkları misali ; o da bambaşka bir maceraydı mesela  pek bir sevindirik olduyduk 8 ila 9 yaşlarında , hergün son derste hademe sınıfa gelir ,stadyum çekirdekçisi gibi karton koliden plastik bir dondurma bardağıyla sıraların üzerinde  açık olan mendillerin içine önce istikhakımız kadar kuru üzüm bırakır , akabinde de Fiskobirlik'in poşetlenmiş ,normalde o günün asgari harçlık şartlarında mümkünü yok  alamayacağımız ederdeki bir poşet fındığını . Güzel radyasyon almıştık o sene,  1988  olsa gerek . Ee bedavaya Pavlov’un köpeği olunmuyor)
           Dandik hayatın da böylece start almış oldu , gittin yan flüt aldın çalmayı beceremedin füyyt füyt kafa sktin haftalarca . Çürüdü gitti flüt somyanın altında , oysa ki kimbilir  ne allegrolar üflenecekti bedenine , hangi çapraşık duygulara hangi metaforlara yarenlik edecek  ne katarsisler yaratacaktı . N’oldu , senin gibi bir yavşağın elinde önce karıya kıza şov niteliğinde birkaç kez kutusundan çıkarıldı , ‘’ süt içtim dilim yandı’’ dan öteye gitmeyen kısacık ama çile dolu ömründe de iyice mahsunlaştı yitip gitti flüt. Sanata küstürdün lan flütü şerefsiz !
Ama seni keser mi , zinhar !  Şansını bu kez edebiyatta denedin ondan da bi bok çıkmadı.  Yazdığın yazıları eşin -dostun bile beğenmedi , kaldı ki efkar-ı umumiyenin huzuruna çıkaracaksın behey arlanmaz  . Almanya'ya gittin dil kursundan sertifika alamadan geri geldin , adamlar bunca yıllık Goethe Universtaet bünyesinde senin kadar sorumluluktan uzak , yontulmamış kelimenin tam anlamıyla süzme bir dingil göremezlerdi , görmediler de zaten. Şoka soktun koskoca profesörleri veri tabanının sonsuza yaklaşan boşluğuyla . Hele ki son gün yapılan milletlerarası futbol müsabakasında yaşını başını almış İngiliz hocaya attığın tekme aslında senin yaşamının , varlığının tek kelimelik özetiydi. Fırsat çıktı  Mekke'ye gittin hacı olmadan geri döndün . Nasıl bir yaşam , hangi türden bir açmazdı seninkisi !

    Evet neyin peşindeydim ? Adlandıramadım . . .


. Sabah sabah nasıl bir  ruh haliydi bu . Son zamanlarda pek fazla kimseyle muhatap olmuyordum .  Kuvvetle muhtemel ondandır , dedim. Sonra radyoyu açtım istek şarkı varmış , sikmiym radyosunu dedim geri kapattım.


   Lafı bağlayamadım.